8 Eylül 2007

BAKKAL ÇIRAĞI SCHLİEMANN


Dünyadaki en önemli arkolojik buluşlar , bu bilimin eğitimini almamış amatörlerce , onların inanılmaz iş , hayal güçleriyle keşfedilmiştir. Bugün Çanakkale ilimizin sınırları içersinde bulunan , tarihiyle , filmlere konu olan en önemli tarihi hazinemiz TROYA ( Truva ) bunun en güzel örneğidir. Almanyda Marlenburg köyünde yoksul bir papazın oğlu olarak doğdu Schliemann. Baba oğluna noelde Resimlerle Dünya Tarihi isimli kitabı hediye etmesiyle Schliemanında dünyası değişti. Babasıyla hep tarih konuştu . Önemli tarihsel olayları ondan dinledi ve okudu. Bu andan itibaren yedi yaşında bir kent , hazine bulma fikri hayallerini süslemeye başladı.Otuz dokuz yıl sonra yollara düşerek hayalini büyük zorluklar içersinde gerçekleştirerek dünyaya en büyük arkeolojik buluşuna imza attı. Ondört yaşında okulu bıraktı. Füstenburg kasabasına yerleşerek bir bakkalın yanında çalışmaya başladı. Beş yılını ringa balığı , içki , süt , ve tuz satarak , patates ezerek ve dükkanı süpürerek geçirdi. Sabahın beşinden ta gecenin onbirine dek. Öğrendiklerini , babasından duyduklarını , okuduklarını unuttu. Bir gün sarhoş bir değirmenci kalfası dükkana gelene kadar. Kalfa tezgaha dayandı , içersini çınlatan bir sesle gösterişli dizeler okumaya başladı. Hiç bir şey anlamıyordu. Dizelerin Homorosun İlyadasından olduğunu öğrenince cebindeki son meteliğe kadar kalfaya içki ısmarlayarak dizleri tekrar tekrar dinledi. İşten sıkılan Schliemann Venezuellaya gitmeye karar verdi ve bir gemiye miço olarak yazıldı. Gemi şiddetli fırtınadan battı. Kazadan kurtulan Schliemann çalışmak üzere Amsterdama geri döndü. Kendini okumaya vermişti. Yoksul bir yaşamda yaşasa da hayatından memnundu. Ama İlyada her zaman elindeydi. Çok güçlü bir öğrenim yeteneği ve mükemmel hafızaya sahipti. Okuduğunu , gördüğünü asla unutmuyordu. İki yıl içersinde İngilizce , Fransça , Flemenkçe , İspanyolca , Portekizce ve İtalyanca öğrendi. Çalıştığı firma Rusya ile çalışmaya başlayınca Rusça öğrenmeye karar verdi. Eski bir Rusça dilbilgisi kitabı , bir sözlük ve çok kötü tercüme edilmiş bir Rusça kitap buldu. Yüksek sesle Rusça çalışmaya başladı o kadar gürültü yaptık ki iki evden de atıldı. Rus tüccarlarla onların dilinde konuşarak onlara çivit sattı. Daha sonra Petersburgda kendi işini kurdu. Bilgisi arttığı oranda ticaretteki başarısıda artıyordu. Her gün herkesin önünden geçip giden talihi yakalamayı bilen az sayıdaki insanlardandı. Yoksul papazın oğlu , bakkal çırağı , ofis hizmetlisi ve ayni zamanda sekiz dil bilen bir satıcı ve iyi bir tüccar oldu. Artık dünyanın her tarafıyla iş yapıyor devamlı geziyordu. Çalıştığım her ülkenin lisanını bilmem gerekir diyordu. İsveççe ve Lehçeyide öğrendi. Kuzey Amerikaya gitti. Kaliforniyadayken ; Kaliforniyanın ABD katılması nedeniyle kendisine ABD vatandaşlığı verildi. Altın tutkusu ona da bulaşmıştı. Altın alış verişi yapan bir banka kurdu. Devrin ABD başkanıyla çok yakın ilişkiler kurdu. Fakat çok şiddetli bir hastalığa yakalandı. Petersburga dönmek zorunda kaldı. Artık unuttuğu rüyasını gerçekleştirmeye yoğunlaştı. Artık Homoros ve İlyada hakkında bilmediği kalmamıştı. Bu kitabı kendi dilinde okumanın çok daha yaralı olacağına inanarak Yunanca öğrendi. Filistin , Suriye Yunanistan ve Mısırı gezdi. Bu sure içersinde Latince ve Arapça öğrendi. Schliemannın en büyük özelliğide aldığı notlarını , yazdığı yazılarını bulunduğu ülkenin dilinde yazmasıdır. İlyadayı satır satır okuyor ve nerede bulabileceğini öğrenmeye çalışıyordu. Troyanın yeri Anadoludaki Pınarbaşı köyü görünüyordu. Anadoluya ayak bastı. Yazılanları , efsaneleri tek tek gözden geçiriyor , bölgede yazılanlar ve esfanelere göre noktalar tespit ediyordu. Bu arada Yunanlı Helena ile evlendi. Kazılara başlama kararı verdi ve başladı. Önce Tanrılar Duvarını bulması gerektiğine karar verdi.İşine engel olan ve önemsiz saydığı duvarları yıktı. Silahlar , mutfak eşyaları , süsler , vazolar buldu ve kazı alanının bir kent bulunduğuna karar verdi. Uluslar yaşamışlar , ölmüşlerdi. Kentler kurmuşlar ve yok olmuşlardı.Kılıç ve yangın olanca vahşetini göstermişti. Bir uygarlık ötekinin yerine geçmiş ve boyuna ölüler kentinin üzerine diriler kenti kurulmuştu. Olay çoşku vericiydi. Schiliemann karısıyla birlikte kazıları her an dikkatle takip edip kontrol ediyorlardı.Sıcak bir sabahın erkan saatlerinde yirmisekiz metre derinlikte Priamos sarayının duvarları üzerine gelmişlerdi ki gördüğünün işçilerin tarafından fark etmesine meydan vermeden eşinin kolunu tutarak hemen işçileri evlerine göndermesi için talimat vermesini istedi.Onları buradan ne pahasına olursa olsun uzaklaştır dedi. Ama çabuk , çabuk. İşçiler uzaklaştıktan sonra eşine şalını alıp gelmesini söyledi ve kazı çukurunun içine atladı. Kazmaya başladı , kazıyor , kazıyordu. Fildişi mat , altın pırılpırıl parlıyordu. Eşi şalı tutuyor oda eşsiz hazinelerimizi şala dolduruyordu . İşte Priamosun hazinesi diye haykırıyordu. Karanlık eski çağın en güçlü yöneticilerinden birinin altınları , hazinesi , göz yaşı ve kana bulaşmış , tanrı gibi insanların süsleri üçbin yıl gömüldükten ve yedi devletin yıkıntıları altında yitip gittikten sonra yeni günün ışığına çıkıyorlardı.Schliemann hazineyi ve kenti bulduğuna artık çok emindi. Ancak ölümünden az önce zafer sarhoşluluğundan yanıldığı Truvanın ne ikinci nede üçüncü katmanda değil alttan altıncı katmanda bulunduğu ve hazinenin de Priamustan bin yıl eski bir kralın olduğu kanıtlanlanıyordu. Topladıkları hazineyi eşiyle baraklarına taşıdılar. Ganimetin içersinden bir çift küpe ve gerdanlığı eşine taktı. Buluntunun haberi yayıldı. Karısının akrabalarının yardımıyla hazineyi Atinaya oradan da ikiyüz sandıkla Londraya gönderdi. Uyanan Türk Hükümeti hazinelerin geri getirilmesi için Yunan Hükümetinden Schlimannın ve eşinin tutuklanması , kaçırılan hazinenin iadesi için elçilik vasıtasıyla istedi. Yapılan araştırmalarda eserlerin kırıntısına bile rastlanamadı.1816 da İngiltere parlemento kararıyla hazineyi satın alındı ve hazine British Museumda yurdunda uzaklarda mahsun bir şekilde sergilenmek üzere yerlerini aldılar. Schliemann yaptıklarıyla bizlere çok şeyler kazandırmış bir amatör arkeolog olabilir ama o bizim değerli hazinemizi çalanda bir hırsızdır. Bu onun suçumudur. ? Bu suç bırakın yahu allahın taşını alsınlar diyen bir zihniyetin suçudur. Anadolu topraklarının milyonlarca eseri yurdundan , yerinden uzaklarda bizden çok daha iyi şartlar altında sergilenmekte , ziyaretçilerce hayranlıkla seyredilmektedir. Hatta eserler tanıtılırken ülkemizin verdiği değerde fıkra olarak ziyaretçilere anlatılmaktadır. Bu yerleri gezerken her zaman geri kalmışlığın . akılsızlığın ve bilgisizliğin acısını yaşıyoruz. Aslında en büyük sorun bu ülke hazinelerini bulup para uğruna yok pahasına satan bilgisiz , vatan haini bakkal çırağı dahi olamayan yerli Schliemannlardır. Sağlık ve sevgi ile kalın. Haldan

7 Eylül 2007

VEHBİ BEY DERSİ


1982 yılında Trakmak Bayiler Toplantısı yapılmasına karar verildi. Hazırlıklar yaklaşık bir yıla yakın zaman aldı. Amacımız şimdiye kadar yapılmamış tarihe geçecek bir toplantı yapmamız gerekiyordu. Bütün Türk , İtalyan VIP ler davet edilmişti.Toplantıya Sayın Vehbi Koç ta katılacaktı. Toplantı Çeşme ? Altınyunus tesislerinde yapılacak yaklaşık 400 civarında misafir ağırlayacaktık. Bütün hazırlıklar yapılmış , hazırlanmış ve toplantı öncesi 3 gün önce teknik donanımın , VIP odalarının seçilmesi , hazırlanması için otele yerleştim. İlk defa olarak Multivision ile sunum yapılacaktı. Dev perde hazırlanmış ekipmanların çalışması için salonun dörtte biri feda edilmişti. Test çalışmaları her sistemin yedeklenmeside bitmişti.Bütün odalamalar yapılmış her davetlinin kalacağı oda , gala gecesinde oturacağı masaya kadar her şey hazırdı.Gece son provanın yapılmasına karar verdik. Çok geç saatte başlayan provanın tam ortasında , en vurucu yerinde enerji sisteminin çökmesi nedeniyle hepimiz gömüldük. İşin en kötüsüde jenaratörde devreye çok ama çok geç devreye girmesiydi. Bütün sistem çöktüğü için tam 1050 slayt yeniden teker teker gözden geçirilerek sistemin yeniden zaman ayarları yapılmasıyla sabahı bulduk. Artık provanın yeniden yapılması gibi bir lüksümüz kalmamıştı. 22 Nisan akşamı misafirlerimizde gelmeye başlamıştı. İzmirden Sayın Vehbi Koçun yola çıktığı haberi geldi.Tabii olarak şimdiki GSM telefon sistemi gibi bir lüks yok.İzmirden Çeşme şehirler arası olarak aranıyor.Saat 17.00 gibi otele geldi. Hemen arabanın ön koltuğundan evrak çantasını alarak hoş geldiniz beyefendi diyerek karşıladım. Elimi sıkarak hoş bulduk dedi. Beraber otele doğru yürürken bu kaçıncı toplantınız diye sordu. Bu toplantının üçüncü bayiler toplantısı olduğunu son toplantının 1968 yılında Ankarada yapıldığını anlattım. Dönüp iki toplantı arasının çok uzun olduğunu belirterek bu tip toplantıların belirli sıklıklarda yapılması gerektiğine inandığını söyledi.Yanlız bizim değil bayilerinde , servislerinde söyleyeceği çok şey vardır bunları çok iyi değerlendirmek lazım geldiğini söylerken odasına geldik. Beyefendi bir arzunuz varmı dedi.Odada şöyle bir göz gezdirdikten sonra teşekkür etti . Odadan ayrılarak lobiye inerek diğer misafirlerimizi yerleştirmeye ve sorunlarıyla ilgilenmeye başladım. Saat 20.00 de akşam yemeği başlayacaktı. Fakat hala Genel Müdür gelmemişti. Sayın Vehbi Beyde aşağıya inmiş misafirlerimizle sohbet ediyor ve fotoğraf çektiriyordu. Bir ara yanına yaklaşarak beyefendi bir isteğiniz var mı diye sordum. Yemeğe ne zaman geçeceğiz dedi. Saat ve zaman konusunda çok hassas olduğunu bildiğim için ,yemeğin hazır olduğunu fakat Sabahattin Beyin 15 dakika sonra burada olabileceğini eğer isterlerse yemek salonunun kapısını açabileceğimi söyledim ama içimdende hadi Sabahattin abi hadi çabuk gel diye de dua ediyordum. Vehbi Bey usulce kulağıma eğilerek ev sahibi olmadan yemeğe geçmek ayıp olur diyerek ev sahibini bekliyelim diyerek beni rahatlattı. Sabahattin abi kapıda görünür görünmez hemen durumu anlattım. Hemen toplu halde yemeğe geçildi. Eşsiz insan yine mesajını sevgiyle iletmişti. Bu toplantıdan sonra yapılan bayii toplantılarında bir Koç Ailesi ferdini görmek nasip olmadı. Rahmetli Vehbi Koç her konuda duyarlı , hassas , düşünceli , toplumu , kişiyi çok iyi sezebilen fakat disiplin içersinde her zaman duygu ve düşünce yüklü bir öğretmendi. Ruhu şad olsun. Her zaman sevgi ve saygıyla anıyorum. Sağlık ve sevgi içerinde kalın. Haldan

6 Eylül 2007

PİRAMİTİN NERESİNE OLURSAN OL


Hangi işte , hangi sektörde ister iki kişiyle , ister milyonlarca kişiyle çalışın , mutlaka hiyerarşik sistem mevcuttur. Zaten bu sistemin bulunmadığı her hangi bir işin veya sektörün başarılı olması asla mümkün değildir. Bu sistemi bir piramitede benzetebiliriz. Çok geniş tabanda başlayan geometrik şekil yükseklere çıkıldıkça bütün ağırlığını tabanına yansıtmaktadır. Yukarıya doğru çıkıldıkça daralan alan , her bir kademenin getirdiği duyarlılıklar , sorumluluklar , zaman içersinde duyulmak ve hissedilmek istenen arzulara dönüşür. Yani tabanla zirve arasındaki hisler ve duygular farklılaşır. Tabandan zirveye doğru yükselen insanoğlu İNSAN olarak başta savunduğu pek çok özelliğini , yükselmenin sebebiyle soluduğu oksijenin azalmasıyla daha önce var olan İNSANi güzel düşünce ve vasıflarını kaybetmeye başlar. İnsanoğlunun içindeki yüksek hırs , elde ettiği güç , yükseldikçe İNSAN i iç uyum dengelerinide alt üst olmaya başlar. Bu sorun ülkemizin ve dünyamızın yaşanan en önemli İNSAN i sosyal acıları olarak hepimize yansımaltadır.
Yukarıya doğru çıkıldıkça çalışmaktan çok emretmeye , dinlemekten çok konuşmaya başlarız. Tırmanma sürdükçe gurup düşüncesinden tek düşünceye doğru dönüşüm başlar. Tek düşünce , tabana genel düşünce gibi yansıtılarak , düşüncelerimizin , gücümüzün , istemiş olduğumuz kararların alınmasını sağlayarak ve buna gurup kararı diyerek de taçlandırarak aşağıya doğru daha geniş alana doğru yönetemiyeceğiz gücü elde etmek için hamleler yaparız. Bu gelişim aslında şöyle veya böyle kazandığımız gücün devamı içindir. Tabii olarak tek düşünce sonucunda riskler göz ardı edilir , kişisel güçler abartılır , rakiplerin gücü hafife alınır , çünki sorumluluk genele yayılmış . Başarı tek düşünceye başarısızlık ise genel düşünceye aittir. Tek düşünce öne sürdüğü fikirleri tabana yayarak tek olmaktan çıkma gayreti içersinde , riski genele yayarak kendini güvenceye almak ister. Kısacası tek düşüncenin hatalı kararları genelin hataları olarak gösterilmeye başlanır. Toplantı yöntemleride böyledir. Çok kişiyle toplanıp karar verdik zannedilir ama aslında tek düşüncenin , kararını güçlendirmiş olarak toplantıdan ayrılırız.
Tüm dünyada her iş ve sektor güven , sevgi prensibi üzerine kurulmuştur. Bu prensip , her ülkenin gelenekleri , kanunları ve çalışma şartlarına gore değişiklik gösterir. Bu gün pek çok gelişmiş ülkeyi incelediğimizde hepsinin prensip ve uygulamaları değişiktir. Bir Amerikan sistemiyle bir Japon sistemi , bir Alman sistemiyle bir İtalyan sistemi bir İngiliz sistemiyle Hindistan sistemi, Türk sistemiyle İran sistemi , daha verilebilecek pek çok örnekte de birbirleri arasıda çok az benzerlikler olduğu gibi hiç bir benzerlikleri olmayan unsurlarda sayılamıyacak kadar fazladır. Ama tüm sistemlerde esas konu güç ve ihtiras olup , insanın piramitin üst katlarına tırmanma hırsı ve tutkusudur. Masasına ayaklarını uzatmış bir Japonu , çalışmayan bir Almanı , siestasından vazgeçen bir İtalyanı , sömürmeyen bir İngilizi , İneki kutsal saymayan bir Hintliyi , Atatürk ilkelerinden vaz geçen bir Türkü, Laik düşüncede olan bir İranlıyı düşünebilirmisiniz.?
Ama dünyanın kime , hangi ulusa gore globalleştiğini anlayamadığımız bir dönemde ülkemizde kendi sistemini ne yazık ki kuramamıştır. Hatta ülke piramitinin tepeleri yeteneksiz , örümcek kafalı kişilerce istila edilmiş , Atanın , ülkenin bağımsız , laik kalesi bile skolastik dinci beyinlere terkedilmek istenmektedir. Ülkemiz piramiti insanının özeliklerine uygun bir sistem asla geliştirememiştir. Hep aşırı uçların arasında kalmıştır. Bu sebeble de her konuda iş ve sektörler güven , sevgi kavramını yetirmişlerdir.
Ülke insanımızı dikkatli incelediğimizde hırsının yüksek olduğunu görürüz. Aslında hırsımızı gün ışığına çıkarmamak için gerekli önlemleri alır. Kanaatkar olarak görünür ama hırsımızı , piramitte yükselmek için her türlü illegal yola baş vururuz. Bu tutum , güvenin oluşmamış olmasından dolayı insanımızı daima gurup , ekip çalışmasından uzak tutmuş ve her zaman tek düşünceye yöneltmiştir. Hatta piramidin en dar yerlerinde bile hırsını gizleyebilmek için sadakat içersinde olduğunu haykırabilmektedirler. Beraber olduğu gurubu , ayni fikri savunan insanları şahsi menfaatler uğruna Atatürkün dediği gibi gaflet ve delalet içinde olanlar guruplarını hatta ülkelerini bile sattıklarını bile hala canlı olarak yaşamaktayız. Bu ülkemiz insanının iç dünyasının ne kadar küçük olduğunu göstermektedir. Bu sebeble stres içersinde , stresiyle başa çıkabilmek için fevri hatta şiddet uygulamaları içersine çok rahat ve pervasızca girebiliyoruz. Yani piramitin en üstündekiler ne yapıyorlarsa alttakiler de suya atılan taşın yarattığı halkalar gibi onu daha da büyülterek etrafa daha şiddetle yayıyorlar. Ülkemizde piramitin tamamının sorun çözme tarzı saldırganlıktır. Hiç bir kesim dinleyici , dengeleyici değildir. Her kesim , her zaman kendilerini uzlaştırıcı , karşısındakilerini saldırgan olarak görmektedir. Piramitin katmanları arasındaki mesafe genelde çok dar olmalıdır ki , ilişkiler verimli , güvenli , sevgi dolu olabilsin ama ülkemizin genel anlayışı içersinde mesafe çok açıktır. Piramitin her katmanı her zaman altını istismar eden olarak görmekte bu sebeble de ilişkisini her zaman uzlaşmazlığa götürmektedir. Hatta İNSAN öldürmeyi , katletmeyi dahi VATAN için yaptığımızı haykıracak ve insanlıktan uzaklaşacak kadar.
Son aylarda ülkede yaşanan her türlü olay toplumumuzun içersinde bulunduğu durum piramitin dar alanlarında yer alanların ne kadar oksijensiz kaldıklarının bir göstergesidir. Dar alan seçilmiş papağanları ,kafamız yarıldığında kanlar içersinde değişiyoruz belki , dünyaya ama şöyle ama böyle güdümlü olarak ayak uydurabiliyoruz belki , ama bize ayak uydurmayanlarla yolumuzu ayırabileceğiz gibi piramidin her noktasını sarsan ölümcül konuşmalardan da asla geri kalmamaktayız. Bu söylemler aslında dar alandakilerinde bir şey bilmediklerini , hangi gayeye hizmet ettiklerini dahi bilmediklerini göstergesi olduğu gibi , hırslarının , mevkiilerinin durumuna uygun genel bir tehdit anlamındaki söylemlerinin kendilerinide yok edeceğini asla kestiremezler. Bu da çalışmaların , girişimlerin , güvenin , sevginin kısacası her türlü sosyal imkanların boşa gideceğinin bir işaretidir.
Eğer piramidin her katmanında gerekli güç , başarı , dürüst , sevgi dolu hırs varsa bunlar geçmiş çalışanlarına borçludur. Bunları gözmezlikten gelerek yani baştan yapalım derseniz kimseyi bulamazsınız. Çünki geleceğe , geçmişin acı ve tatlı tarihi ışık tutacaktır ve geçmiş , geleceğin temelidir.
Piramidin dar alanlarına yükselmek isteyen insanoğlu , önce İNSAN olmayı , kontrol edebileceği gücü , yenebileceği hırsı istemelidir. Kontrolsuz hırs , kontrolsüz güç piramidin tüm katmanlarını alabora eder. Değişim geçmişin bağları ile elele , oksijensiz kalmadan sevgi ve çoğul düşünceyle gerçekleşir. Piramidin neresinde olursak olalım her zaman insanı ve insanlığı , GÜVENİ , SEVGİYİ ön planda tutalım. Çünki geriye bırakabileceğimiz tek mirasımız bu olacaktır. Hırsımızı ve iç dünyamızı kontrol altında tutabileceğimiz , piramitin her katının hür , demokratik düşüncelerinide dikkate aldığımız , konuşan , dinleyen İNSAN ve TOPLUM olarak sağlık , sevgi , barış dolu yarınlar dileklerimle.

Sağlık ve sevgiyle kalın.


A.Haldan Levent
23 Nisan 2007

ECEVİTTEN BİR ANI


1980 devriminden ????? den sonra tüm siyasi parti başkanları Hamzaköyde toplanmıştı. Daha sonra serbest bırakıldılar ve tüm siyasi hakları elinden alınmıştı. O zamanlar Menderese bağlı Yonca Köy sitesinde ailemin bir yazlığı vardı. İzmirin sevilen kişilerinin kurduğu bir kooperatiftir Yoncaköye ulaşım ana yoldan yaklaşık 25 km vadilerin arasından geçen toz toprak dolu bir patikayı andıran bir yoldan gidilirdi. Köyün ana ihtiyaçlarını karşılayan birde bakkalı vardı. Fakat acil ihtiyaçlarınızı akşamdan bakkala bildirmeniz gerekirdi. Gazete , ekmek , tüp vs ihtiyaçlar ancak 10 na doğru gelirdi.

Tarihini tam olarak hatırlayamıyorum ama Ecevitin köyde olduğu haberi yayıldı. Ailemizin yakın dostu , İzmirimizin en tanınmış ayakkabıcılarından olan Muhsin Bilgehan ve eşi Tangül hanımda Ecevit ailesinin çok yakın dostlarıydı. Kemeraltına her gittiğimde mutlaka uğrar halini hatırını sorar , en yakın çalışanı olan Kahraman abiyi kızdırmaktanda büyük keyf alırdım. Yine bir uğradığımda bana Sayın Ecevitin kendisine hediye ettiği saati büyük bir gururla göstermişti. Digital saatlerin çok yeni çıktığı ve elektronik konusunda bilgisiz ve aç olan ben saati dakikalarca incelemiştim. Saatin içinde yanar söner bir Ecevit resmi vardı. Belki bugünün teknolojisinde sıradan hatta unutulmuş bir olay olsada o günler için son derece büyük anlamı vardı. Muhsin – Tangül Bilgehanın köydeki evleride bizim evden 5 ev ilerideydi. Giriş ve çıkışları bir yerden olan köyde herkes birbirini tanırdı. Bir sabah Muhsin Bilgehanla bakkalın önünde karşılaştık. Son derece hoş sohbet ve tam bir beyefendi olan Muhsin Beyle sohbet ettikten sonra alış verişimizi yaptık. Sonra kendisini arzu ederse eve bırakabileceğimi söyledim. Çok memnun olurum dedi. Beraber eve giderken Ecevit ve eşinin misafir olarak kendilerinde kaldığını söyledi. Bende bir şeylere ihtiyacınız olursa bana gerekenleri yaparım , sizin buralara kadar gidip gelmenize gerek yok dedim. Evin önünde indirdim.

Bir iki gün sonra yine bakkalın önünde oğlum Arda ( 4 yaşındaydı ) ve köy sakinleri ile beraber erzak arabasını beklerken arkamda Sayın Ecevitinde arkamda kuyruğa girdiğini gördüm. Son derece sevecen fakat yaşadıklarından dolayı bir durgunluğu vardı. Herkes sırasını zevkle vermek için ne kadar ısrar ettiysede bütün ısrarları kendi uslubu içersindeki kibarlıkla geri çevirdi , bizlerle beraber sırasını bekledi. Bir ara Ardaya dönerek ismini ve yaşını sordu ve ellerimizi sıktı. Bana da Arda nın ne demek olduğunu anlattı. Arda bir akarsu adı olduğunu ama bir anlamınında Yeniçerilerin zam istedikleri zaman Tophane meydanına sapladıkları kazığa verilen isim olduğunu anlattı. Sıralarımız gelince alış verişlerimiz yaparak beraber ayrıldık. Eğer arzu ederlerse kendilerini eve bırakabileceğimi söyledim. Yürümek istediğini çok teşekkür ederek belirtti ve Ardanın saçını okşuyarak ayrıldı. Ecevitlerin köydeki ikametleri sırasında korumalarla ilgili sorunlar yaşandı. Aslında bunlara koruma denir mi denmez mi bilemem ama bunlar pek korumaya benzemiyordu. Ellerinde otomatik silahlarla bir gösteri içersindeydiler. Telsizler sonuna kadar açık kısacası yapılan işin bir abartısıydı. İnsanlar rahatsız olmaya başlamıştı. Sokakta mayolarıyla gezmeye alışmış köy sakinleri bu durumdan sıkılıyorlardı. Köy sakinleri Ecevitlerin köyde konaklamalarından son derece memnundu. Ama korumaların pervasız tavırları ve davranışları köy halkını kızdırmıştı.
Durum köy yetkililerince köyün sakinlerinden eski Dışİşleri Bakanı Vahit Halefoğluna iletmişler. Bir kaç gün sonra köyde tabii bize gore tek bir koruma kalmadı. Ecevitlerde kısa bir sure sonra sessiz sedasız köyden ayrıldılar. Çok kısada olsa böyle bir insanla tanışmak onun sesini duymak , eline dokunmak insana hoş geliyor. Üniversite sıralarında beraber çay içip konuştuğum Ecevitle bir daha karşılaşmak beni çok sevindirmişti. Onun deyimiyle sızlanmayalım , taşın altına elimizi koyalım zaman geçmeden , Cumhurbaşkanı Sezerin dediği gibide LAİKLİK ve DEMOKRASİ için adam olalım insanca ve toplumca.

Sağlık ve sevgiyle kalın.

Haldan

REMZİ BABANIN ANISINA


Bir bayram günü uğramıştım bayramlaşmak için. Tüm aile sofraya oturmuştu , kimse rahatsız olmasın dediysem de yanındaki sandalyeye vurarak yanıma oturmamı istedi, inanın yedim dedim. Ben açsın demedim , bir iki lokmada bizimle ye , paylaş , bize katıl dedi sofrasına ilk oturduğum , evini ilk ziyaret ettiğim pamuk saçlı adam. İşte böyle başladı baba evlat ilişkimiz.
Sabahın tan vaktinde yürüyüşe çıkmıştım. Dönerken elindeki ortopedik bastonuyla yürüyen Remzi Amcaya rastladım. Günaydın amcam dedim , iyi sabahlar , güzel günler olsun. Ayni temennilerini sunarken gözleriyle tabiatı izliyor , bastonuna dayanarak temiz havayı ciğerlerine çekiyordu. Yatakta geçen zamana acıyorum dedi. Seksen yaşına rağmen yaşama sevinci içersindeydi. Evinin önüne gelince elini öpmek istedim o elimi sıktı , bir isteği olup olmadığını sorarak ayrıldım.
Yaz günleri esen rüzgarın serinliğinde balkonda , kış günlerinde karşılıklı koltukta oturur uzun uzun sohbet eder , yemek yer , eskileri , deneyimlerini keyf ve hayretle dinlerdim.
1917 de Kastamonu Araçta doğmuştu. İlkokuldan sonra ülke şartlarına göre en iyi eğitimi ve geleceğini sağlayan askerliği meslek olarak seçmişti. Ülkemiz kurtuluş savaşının yaraları sararken , İkinci Dünya Harbi kapımızı çalarken ülkenin dört bir yanında görev yapmıştı bütün olumsuz şartlarına rağmen. İki gün trenle seyahat ettikten sonra görev yerine iki gün at sırtında gittiğini o günleri tekrar yaşarmışçasına heyecan içersinde anlatırdı. Siyasilerden neler çektiğini yere bakarak içi buruk anlatırdı. Yaşadığı olumsuzluklardan hiç şikayet etmezdi , ülkenin şartları buydu derdi. Bilerek , severek , isteyerek bu işe girdim, hayatımı doldurdu derdi. Sıkıntıyı tüm ülke insanı hep beraber çektik ama paylaşmayı bildik. Bütün ülke ve mesleki sıkıntılarına rağmen görevini her zaman en iyi şekilde yapmanın gururunu yaşadı , sade , gösterişsiz ve hırssız.
Bir gün Remzi Amca dedim , müsaade ederseniz size baba Safiye Teyzeme anne diyebilirmiyim.?
Çünki benimkiler ……..
Yüzüme baktı , sen ve ailen benim çocuklarımsınız dedi. Asla elini öptürmedi. Her zaman mis gibi kokan yanaklarını öptüm. Her zaman tüm kuvvetiyle sardı kollarını boynuma gözlerindeki , kalbindeki sevgiyle hoş geldin evlat diyerek. Bu sevgi dolu yüze , bedene bende bir ilave yaptım. Her zaman mutlaka bir kerede anlından öptüm. Bir gün traşsız , bir gün boş otururken görmedim. Bir gözünü rahatsızlığı nedeniyle kaybeden manevi babam tek gözüylede okumasına , yorumlarına devam etti. Evlat , şu yazıyı okudun mu , amma yazmış dimi gülmekten yere yattım der günün keyfini çıkarmartmaya bayılırdı. Düzen , sevgi adamıydı. İki ihtilalde emir komuta zincirinde yer almış , her zaman haktan , hukuktan yana olmuştu. Çocuklarına makam arabasına el sürmelerine bile izin vermemişti değil binmelerine . Devletin malıydı , devlet işi harici asla kullanılamazdı. Devlet , ülke her şeyden önce gelirdi onun için. Atatürk ilke ve inkilaplarından taviz verilmesi onun için dayanılması en güç olaylardı. Bu ülke hala Atatürkçü düşünceyi anlayamadı diyerek başından geçenleri , tarihiyle , ismiyle anlatırdı . Bu ülke onun fikir ve uygulamalarıyla bu hale geldi ama hala anlıyamadılar diyede üzüntüsünü dile getirirek tespihini çekerdi.
Safiyesine sevgi ile bağlanmış , çoçuklarını elbiriğiyle yetiştirmişlerdi. Tam atmış iki yıllık bir sevgiyle bağlanmıştı hayat arkadaşı Safiyresine , çocuklarına , torunlarına , tüm dostlarına. Ülkesinin geçirdiği yokluk günlerini asla unutmadı , hep o zor kötü günlerin gelmemesi için yaradanına dua etti. Alışkanlık ve prensiplerinden asla taviz vermedi. İntizamı , sevgiyi , adaleti hep ön planda tuttu. Uğramayı uzattığım zaman Safiyesine ararttırırdı , anlardım. Safiye Annem nerelerdesin deli oğlan derdi. Bilirdim özlemiştiler. Sapları şaşırmış su şişelerinin bile bir disiplin içersinde olmasını isterdi. Hepsi kol mesafesinde hizmete hazır bekleyeceklerdi.Traş makinasını , çantasını ve sevgisini son nefesine kadar yanında taşıdı. Hasta yatağında kablolu TV abone numarasını bulamayanlara numarayı akıldan söyleyecek kadarda dinç yaşadı. İki kalp krizi geçirmesine , düşüp kalça kemiğini zedelemesine rağmen yaşam sevgisinden , hayat bağımlığından asla vaz geçmedi. Görebildiğim , anlattıklarından anladığım kadarıyla Remzi Babam asla kendi için yaşamadı. İşinde ülkesi , evinde ailesi ve dostları için yaşadı. 1917 de başlayan yaşam 31 Ağustos 2007 yaradanın emriyle doksan yaşında son buldu , eşinin , evlatlarının ve torunlarının ellerinde. Yorgun vücudu iflas etsede tıkır tıkır çalışan bir beyinle hayata veda etti Pamuk Babam. Daha doğrusu sevgiyi , dostu , tarihi kaybettim , Pamuk Babamı kaybettim. Son kez öptüm anlından elbet bir gün kavuşacağız Pamuk Babam dedim. Her zaman seni rahmet , sevgi ve saygıyla anacağız ve seni yad edeceğiz ailece. Kısa zaman olsada bana ve bizlere çok şey öğrettin. Safiyene hr zaman gideceğim , seni her zaman oturduğun koltukta hatırlayacak,kalbime göre anacağım. Seni çok özleyeceğim Pamuk Babam nur içinde yat. Yaradan Safiyene , evlatlarına , torunlarına sağlık , sevgi dolu bir yaşam ve banada senin gibi onurlu bir hayat nasip etsin. Ruhun şad olsun. Her zaman kalbinde ve aklımda olacaksın Babam.

Manevi oğlunuz Deli Oğlan.

31 Ağustos 2007

ANNELER , BABALAR VE EVLATLAR




Her insanın her zaman iyi ve güzellere sahip olmasını isteriz. Aslında insan güzellilleri yaratması için tanrı tarafından yaratılmışlardır. Tanrı hiç bir canlıda olmayan nitelikleri insana bahşetmiştir. Her şeyin karşıtını yaratarak insanlara tercih hakkı tanımıştır. Ama bunların arasına çok önemli bir olguyuda yerleştirmiştir. Hayat Şansı . İnsan olmanın en yüce duygularından biride evlat sahibi olmaktır. Neslinin devamı , sevginin , fedakarlığının ifadesidir evlat.
Anne , baba olarak evlatlarımızı en iyi şartlarda yetiştirmek için her türlü fedakarlıkları yapıyoruz. Sağlıkları , eğitimleri ve gelecekleri ile ilgili her türlü kararın vermeleri ve uygulamaları için uğraşıyoruz. Sonuçta ister inanın ister inanmayın kendi istediğimiz evladı yaratmak için uğraş veriyoruz. Siz şimdiye kadar evlatlarının doktor , mühendis , avukat , öğretmen olmasını istemeyen tek bir anne baba gördünüz mü. ? Oğlum doktor oldu , kızım öğretmen oldu diye süzüm süzüm süzülenleri her zaman görmekteyiz. Çünki bu etiketlere sahip olabilen evlatların her zaman rahat bir hayat geçireceklerine inanırız. Oğlumuzu Pasteur , Pele , vali hatta başbakan olarak kızımızı Halide Edip Adıvar , Florance Nightingel olarak hayal ederiz. Ama hiç bir zaman sanatçı , polis , itfaiyeci , muslukçu olarak düşünemeyiz. Genelde anne , babalar sanatsal mesleklere pek sıcak bakmazlar. Çünki bu işlerle uğraşan kişilere bakan gözlerin durumu farklıdır. Aslında onlar bu işleri evlatlarına yakıştıramazlar. Sanattan soksun bir toplum yarattık aslında bu düşüncelerimizle . Peki dünyadaki diğer işleri kimler yapacaktır. ? Peki sokakları kimler temizleyecek , çöpleri kimler toplayacak , kimler hırsız olacak , kimler devleti , bankaları hortumlatacak .? Atatürk Oratoryosunu kimler çalacak ? Peki daha pek çok adını hiç bilmediğimiz , aklımızdan geçirmediğimiz işleri kimler yapacaktır. ? Bunları yapacaklar ve yapanlar anne ve baba evladı değil midir. ? Onları darbelerden , kötülüklerden korumaya çalışıyoruz , çalışıyoruz ne zamana kadar , son nefesimize kadar. Yani anne ve baba olduktan sonra çocuklarımız açtığımız şemsiyenin altında tutmaya çalışıyoruz. Aslında tüm bu yaptıklarımız içimizde ki korkudan , güvensizlikten en önemlisi hükmetme , bencillik duygumuzdan kaynaklanmaktadır. Anne ve baba yaptığı fedakarlıkların bedelini evlatlardan geri alma intikamı peşindedir. Nedeni de şimdiye kadar hiç bir anne , baba kendi düşünce kalıpları içersinde hükmedeceği evlatları yaratamamış olmasıdır. Bunu asla açıkça ortaya koyamaz. Bahanelerin arkasına sığınırız. Bayramdan bayrama gelsinler elimi öpsünler yeter deriz , ama her zaman pencerenin önünde , yatakta tilki uykusuyla kapının çalmasını bekleriz. Çocukluklarında bile amanda aman benim oğlum doktor olacak , kızım stilist olacak diye severek hem kendi statümüzü yükseltmeye , yaşlılığımızı garantilemeye hemde evlatlarımızın istek ve arzularımıza göre hayatlarına haksız olarak yön vermeye çok özen gösteririz. Beynimize yerleşmiş pek çok gereksiz unsurları işimize geldiği için evlatlarımızdan saklarız. Onların asla yokluk çekmediklerinide büyük bir savaşı kazanmış general edesiyle anlatırız. Aslında evlatlarımıza ailenin bir bütün olduğunu ve herkesin eşit olduğunu asla anlatmayız. Anne , baba her zaman yemedim yedirdim , giymedim giydirdim diyerek verdiği emeklerin yüceliğini belirtir. Ama mütavaziliğinide elden bırakmaz. Biz gördük geçirdik onlar sıkıntı çekmesin. İnsanın toplu yaşamından beri var olan bu teknikler , bencillikler hala devam etmekte ve anne , baba sendromu şiddetlenerek artmaktadır. Efendim üniversite mezunu olmadığınız için sizi tercih edemiyoruz gibi çağın işsel problemleride devreye girince aile çatısında çocukların istikbali anne babalar çok daha büyük bir kabus halini almaktadır. Acaba bu ülkede üniversite bitirmeden bu işler yapılamaz mı. ? Mozart keman çalmayı Viyana Konservatuarındamı öğrendi , Sn. Vehbi Koç ticareti İşletme Fakültesindemi öğrendi daha binlerce örnekler. Onlar bu işleri önce insan olmanın vasıflarıyla , mevcut olan potansiyelleriyle , izleyerek , okuyarak , aklı kullanarak yerinde , zamanında ve hayat şansı yardımıyla yaptılar.. Aslında her mevkii içinde bir yetenek barındırır ama bu yeteneklerin farkına varacak yetenekliler zamanımızda o kadar azaldıki. Her sahada savaşan , haktan yana , adaleten yana , üreten bir toplumun kendini iyi yetiştirmiş savaşçılara ihtiyacı vardır. Eğer eldeki malzemenizi iyi keşfedemiyorsak suç bizlerindir çocuklarımızın değil.
.
Bütün bu koşullarda zamanımızda iyi anne ve baba olmanın bedeli evlatlarımızın her türlü gereksinimlerini karşılamakla yerine getirmekteyiz. Bu imkanlar sağlandığı taktirde topluma güçlü bireyler yetiştirdiğimize inanırız. Ve bu tutkularımızı da başkalarınında yapmasını isteriz. Hele son yıllarda iş alemindeki okumuş insan statüsü getirilmiş olması insanlarda çok büyük derin yaralar açmaktadır. Gerçek olan şudur ki anne ve baba olarak asla evlatlarımıza dünya ve ülke gerçeklerini yaşatmayız. Toplumsal hareketlerden , ülke sorunlarından hep koruruz. Aman evladım seni sokmayan yılan kırk yıl yaşasın , aman evladın sus başına dert açma diyerek evlatlarımızı gerçeklerden korumaya çalışırız.
Son olaylar evlatlarımızı ne kadar sorumsuz , hissiz ve duyarsız olarak başka bir dünyanın , düşüncenin içersinde yetiştirdiğimizi anladım. Gençliğin yani evlatlarımızın ülke ve dünya sorunlarından ne kadar uzak olduklarını gördüm. Bu gün evlatlarımıza teknolojinin bütün imkanlarını sunarken bunlardan nasıl yararlanmaları gerektiğini anlatmadık. Cep telefonları aldık , bilgisayarlar aldık ama bir gazete , bir kitap okumasını , dünya , ülke haberlerini dinlemelerini . gazete okumalarını anlatmadık. Kısacası anne ve baba olarak evlatlarımızı tüm sorunlardan koruduk , uzak tuttuk hatta düşünmelerini bile önledik. Her şeyin teorisiyle uğraştık. Kor halde yanan sobaya yaklaştığında cız dedik bir kere bırakıp elinin yanmasına göz yummadık , ama korkutmak istediğimizde seni doktora götürür iğne yaptırırım , polis amcayı çağırırım dedik , ağladığı zaman polisi çağırım dedik yani kısacası insan hayatından asla vazgeçmeyeceği pek çok unsuru hep bir korkutma unsuru olarak kullandık. Başarılarını görmemezlikten geldik , küçük gördük , bak o senden daha iyisini yaptı iye başkalarıyla kıyas ettik. Sevincimizi , sevgimizi sakladık , bastırdık. Evlatlarımızı yetiştirirken hep toplumsal kurumları kendimiz için kötüledik. Konuşma haklarını ellerinden aldık. Sus büyükler varken küçükler konuşmaz dedik , sevgi gösterisinde bulunmadık , sevgi göstermenin şımartmasından korktuk kısacası severkende , döverkende evlatlarımızı öldürdük.
Bu gün gerek dünya gerekse ülkede yaşanan olayların arkasından genç insanların çıkmasının en büyük nedenlerinden biride onları doğduklarından itibaren birer birey olduklarını kabul etmememizdir. Onları kapalı fanuslar içersinde yetiştirmeye çalıştık. En büyük hatayı yaptık ve yapmakta devam ediyoruz. Bu gün Avrupa Birliğinin gerekse dünyanın ülkemize verdiği en büyük değer nüfusumuz %60 nı oluşturan evlatlarımızdır. Yaşlanan dünyanın gözü kendini yaşatacak endirek kaynaklara odaklanmıştır. Bu kaynağı bilerek ilke ve ananelerinden uzaklaştırarak kendi kaynağı haline getirme cabasıdır. Katiller artık evlatlarımızı kullanır hale gelmişlerdir. Bu işin acısını her zaman ülke insanı olarak çekmekteyiz. Evlatlarımızı fanuslarda değil , teorilerle değil gerçeklerle yetiştirmemiz gerektiğine inanmamız gerekir. Demokrasinin , laikliğin , insanlığın geleceği olan evlatlarımızı doğdukları andan itibaren bir birey olarak kabul edelim , gerçeklerle her zaman yüzleşmelerine eskisinde çok daha imkan verelim . Bu güne kadar bu tutumlarımızla bizi ayılar yedi , artık bizim ayıları yeme zamanımızdır. Hiç birimiz bahar dalı değiliz ama elbirliğiyle mutlaka mutlu olacağız evlatlarımızla. Hatalarımız öğrenmemizin bir yolu olduğu kadar ölümünde yoludur. Şemsiye geriye dönmeden evlatlarımızı hür bırakalım. Bırakalım yolu mutlaka bulacaklardır. Çünki gerçek acıtacaktır.Gözlerimizin , rengi biçimi ne kadar farklı olursa olsun göz yaşlarımızın rengi hep aynidir. Gözlerinden yaş değil sevgi fışkıran bir toplum , gençlik yaratmaya çalışalım. Çocuklarımızın çok şeye ihtiyacı vardır.Sevgi , inanç , aile gibi. Ama çocuklarımızın bunlara sahip olabilmesi için sevgi ve gerçekle atan bir kalbe ihtiyacımız vardır anne ve baba olarak.

Evlatlarımıza ışık tutalım , her insanın , her çocuğun ayrı bir dünya olduğuna inanarak.


Sağlık ve sevgiyle kalın.

A.HALDAN LEVENT

KADINLARIMIZ


Yaradanın düşünen olarak yarattığı varlıklardan en değerlisi. Hemde en ince hassasiyetine kadar düşünerek yarattığı canlı.
Her yıl 8 Martta Kadınlar Günü Erkek Cemeati tarafından ayıp olmasın diye evrensel hale getirilerek senede bir gün anılması imkanı sağlanmıştır. Ama kadın insanlığın var olduğu dönemden bu yana varlığını en güç şartlar altında sürdürmüş ama sürdürdüğü hayat hep sorun ve tartışma yaratmıştır.
Asırlar boyu kadın hep ikinci sınıf işlemi görmüştür. Evin işlerinden , çocukların doğurulmasından , yetiştirilmesinden sorumlu tutulmuş günümüz deyimiyle ucuz , verimli , şefkatli , cefakar , sevgi ve hoşgörü dolu bir hizmetli olarak görülmüştür. Aslında bütün bunların altında erkeğin vücut , ekonomik ve bencillik duygusu yatmaktadır. Her ne kadar ileri toplumlarda kadın hakları gelişmiş olduğu iddia edilsede kadın her konuda tam bir birey olamamıştır. Her ortamda ortaya çıkan erkek otoritesi her güce baş vurarak bu eşitliği ortadan kaldırmak için gerekli çabayı göstermiş ve göstermektedir. Hatta kız evlatların evlattan sayılmadığı , istediklerini yapamadıkları , eşya gibi alınıp satıldıkları , mirastan mahrum bırakıldıkları durumları bugünün ortamında bile yaşamaktayız. Her konunun eğitimden geçtiğini iddia eden bugünki mantık dahi kadına gerekli eğitimi vermemekte sosyal mantalite eşliğinde çeşitli engeller çıkarmaktadır.
Adına ne dersek diyelim töre , annane , gelenek her zaman erkek için var olmuştur. Bu gün kadın her alanda kendini göstermeye başlamıştır ama dünya nufusu oranlarına göre çok düşüktük. Çünki bizler ancak kendi yaşadığımız çevreyi bilen insanlarız. Afganistandaki , Ugandadaki , Afrikanın ücra köşelerinde yaşayan kadınların durumları hakkında asla bir bilgimiz yoktur ve olamazda. Dünyanın küreselleştiği bu dönemde hala kadının esaslı bir yer alamaması insanlığın bir türevi olan erkeğin ayıbı olarak kalacaktır.Savaşımızda askerimizin , ordumuzun kahramanlığı asla inkar edilemez ve bu günleri onlara borçluyuz diyerek Erkekliğe pay çıkarırız. Ama o kahramanların techizatını , mermisini , bombasını taşıyan onun çarığını , giysini diken , evlerini terk eden , evlatlarını sırtlarına bağlıyarak kar , yağmur , güneş altında taşıyarak vatanı için hizmet eden binlerce kadınımızı eh işte diyerek unutmayıda erkekliğin ayıbı olduğu düşünürüm. Savaş süresince büyük yaralılıklar göstermiş Anadolu Amazonu Nene Hatunu bile günümüzde bazı çevrelerce hala değişik yorumlanması çok düşündürücü ve utanç vericidir. Şehirlerimizde , beldelerimizde Kadın ismi verilmiş kaç cadde , kaç sokak sayabilirsiniz. ? İnanın parmaklarınız kadar bile çıkmaz. Erkek ismi gücün kuvvetin simgesiyse Kadın adıda adanmışlığın ve sevginin simgesi olmalıdır. Kadın adına verilen her bir isim medeniyetin ve çağdaşlığın bir simgesi olacaktır. Kadın isimleri yanlız gemilere verilir bu dünyada. Çünki gemici inançlarına göre kadın ismi olmayan geminin lanetli olduğu düşünmelerindedir. Hafızalarınızı zorlayın .... Kızaktan gemilerin denize indirilişinde ipe bağlı şampanya şişesinin güzel bir kadın tarafından geminin burnuna çarptırılarak patlatılmasını. Queen Mary , Queen Elizabeth , Christina , Nazenin v.s.
Gerek sanat , gerek bilim , gerek ebediyat daha sayamayacağımız konularda imzasını atan kadın her zaman baskı altında kalmış ve kalmaktadır. Erkek ise ele geçirdiği kozları en acımasız şekilde kullanma eğilimdedir. Röntgeni bulan Bayan Curıe ye sormuşlar. Hayattta bir kadın olarak en çok neyi keyfle yapmak isterdiniz diye. Çalışmalarım esnasında gönül rahatlığı ile içersinde pipomu keyfle tüttürmek isterdim demiş. Düşünün ki bu ilim kadını bile en yasal insanlık ihtiyacını anane ve toplum baskısı yüzünden yapamamıştır ve içinde bir uhte olarak hayata veda etmiştir. Erkeklerin eğitimi tabiki çok önemlidir. Ama bana göre kadına verilecek olan eğitim erkeğe verilecek eğitimden çok daha önemli olacaktır. Erkekler kendini kişisel olarak eğitirken kadın aldığı eğitimi ailesine , evlatlarına kısacası daha geniş bir topluma yansıtacaktır. Erkekler hiç bir zaman üzerlerine toz kozdurmazlar. Özellikle her konuda olduğu gibi kadın konusunda asarlar , keserler , atıp tutarlar. Ama tarihe ve zamanımıza baktığımız zaman durumun hiçte böyle olmadığı görülür. Ruş Çarının Katarinaya , Napolyonun Joshephine , Mecnunun Leylaya , Ecevitin Rahşana , Kral Edvardın Laydy sine , Sezarın Kleopatraya , anadolunun köyündeki Memet amcanın haticesine daha milyonlarcasını örnek verebiliriz kadının erkek üzerindeki etkisine ve sevgisine.Ama ne yazık ki sevgi sözcükleri her zaman toplumumuzda bir ayıp olarak görülmüştür. İnsanın en büyük gıdası olan sevgi cinsler arasında saklanmıştır , ayıp olarak kabul edilmiştir. Erkeğin kadına seni seviyorum demesi aşkı ortaya çıkarırken , kadının bir erkeğe seni seviyorum demesi ise kadının ölüm fermanı yaratmıştır.
Her ne olursa olsun Kadın her zaman bu dünyanın vaz geçilmez en nadide varlıklarıdır. Erkek egemenliğine rağmen tabuları yıkmaktan bıkmadan usanmadan çalışmalı erkeklerden çok daha güçlü , akıllı oldukarını göstermelidirler.
Ey Kadınlar , susmayın , en değerli varlık sizlersiniz. Erkekler birde utanmadan sözüm ona ata sözü yaratmışlar
‘’HER BAŞARILI ERKEĞİN ARKASINDA HER ZAMAN BAŞARILI BİR KADIN VARDIR.’’
Bu aldatmacaya kanmayın , her yerde , her konuda hiç bir zaman arkada değil her zaman önümüzde olmanız gurur verir.
Senede bir gün değil her varolduğunuz gün size kutlu olsun.

Sağlık ve sevgiyle kalın.

Haldan Levent

EVDEKİ FOTOGRAFLAR


İnsanoğlu gelişimini hep fotografla belgelemiştir. Ara Gülerin söylediği gibi fotograf tarihi belgeleyen en büyük icattır , fotografçıda tarihi belgeleyen kişidir.
Hepimizin evlerinde , bürolarında , duvarlarında , sehpalarında , büfelerinde hep sevdiklerimiz resimleri ile doludur. Resimleri çok daha güzel görünmeleri için şatafatlı çerçeveler alırız. Çocuklarımızın kepli mezuniyetlerini , annelerimizin , babalarımızın , her zaman gönlümüzde yaşayan kaybettiklerimizin , beraber yaşadığımız dostlarımızın , arkadaşlarımızın , hayvanlarımızın resimlerini ve daha bir çoklarını bu geometrik şekilli dar açık kutucuklara yerleşiririz.
Ama hiç bir zaman onların önünde durupta elimize alıp uzun uzun incelemeyiz. Onlar evlerimizin görsel aksesuarını tamamlayan sessiz tarih , anı kokan unsurlardır aslında. Ve çok uzun zaman koyuldukları yerlerde evin sessiz sakinleri olarak sadakatla dururlar ve hareketsiz olarak bizi izlerler . Temizlik zamanı yüzlerine dahi bakılmadan camları ve etrafları ıslak bir bezle silinerek bir kaç defa devirildikten sonra yerlerine oturtulurlar. Aslında bunların sık sık değiştirilmesi gereklidir ama. Yerine gore bazıları gitmeli bazıları gelmelidir. Çünki her resim bizlerle bereber yaşayan hatıralarımızdır. O resimlere baktığımızda içimiz biraz burulsa da , derin bir iç çeksek te onlarda yaşananları ve duygularımızı buluruz. Hatta bazı çerçevelerdeki resimlerde makasla ustalıkla kesilmiş kısımlar bile görürürüz. Buradakine ne oldu diye sorduğunuzda sorumlu kişiden gerekli kişi değildi diye asabi bir cevapta alabilirsiniz. Çünki orada hep sevdiğimiz , saydığımız , gönlümüze çaktığımız kişilerin bulunmasını isteriz .
Bunların siyah-beyaz veya renkli olmaları hiç önemli değildir. Aslında işe siyah-beyazdan başlayıp renkliye gitmekle başlanmalıdır. Çünki bu fotografın tarihinide yansıtacak ve yaşatacaktır. Fotograf sessiz bir iletiş aracıdır. Onu okumak , onu gözlemek tam bir detaycılık ister. Çünki fotografın dili sonsuzdur. Tek bir kare her şeyi bir bakışta size anlatır , pencerenizin büyüklüğü kadar. Her bir bakışımız bizi her zaman ayrı dünyalara götürü , yaşadığımız güzellikleri bize bir daha bir daha sanal olarak yaşatır.Aslında fotograf insanın kendisiyle , tarihiyle yüzleşmesidir.
Siyah – beyaz fotografları oldum olası çok severim. Kontrastlar iki renkten oluştuğu için gözü yormazlar. Hatlar çok daha geçişlidir. En çok annemle babamın evlendikleri zamanki çektirdikleri siyah – beyaz fotografı inceler , zamanın modasını , insanların sade , narin ve gösterişten uzak , kadın erkek ilişkisinin ne kadar saygın , sevgi ve saygı dolu olduğunu gözlerim. Hele aile büyüklerinin yer aldığı fotograflar zamanın , insanın ve dünyanın nasıl değiştiği hakkında bilgi veren en nadide belgelerdir. Her bir yeni bakışımda çok daha değişik detaylar ve hislere kapılırım. Diğer taraftan diğerlerine baktığımda renkli olmanın dışında pek fazla bir şey hissedemem. Artık fotograf teknolojisi öyle bir hale geldi ki istenildiğinde çekenin bile hayretler içersinde kendi çektiği kareyi bile hatırlamayarak kim çekti bunu diyebileceği hale gelmiştir. Gelişen teknoloji nostaljiyi , sevgiyi ve duyguyu yok etmiştir. Görüntü haricinde.
Eğer evinizde siyah-beyaz fotograflar varsa onlara daha bir itinayla , daha bir nazla , daha bir gülümseyerek bakarsınız. Hatıralarınız canlanır bu kimdi şunun yanındaki aaaa şimdi ne yapıyor acaba diyerek çevrenizi hemen toplumsal bir iletişime sokarsınız. Çocuklarınız bende bakayım bende bakayım diyerek fotografı kapmaya çalışırken siz geçmişin güzelliklerine dalarak anlatır o kişileri beyinlerine sokmaya çalışırsınız. İşte bu siyah beyaz kağıt parçaları bize hayatın zıtlıkları hakkında da çok bilgi verir.
Bir çoklarımız fotojonik değilim diye fotograflarda yer almak istemezler. Asık suratla , eğriti durarak poz veririz. Aslında karede olmak bile bir varlığın ıspatıdır. Gülerek , peynir diyerek dişlerimizi gösterek dahil olacağımız bir karenin sonraki nesillere gülmeninde , gülümsemeninde bir insanlık niteliği olduğunu iletmektir.
Fotograf her zaman tarihi yansıtmasına devam edecektir. Evlerimizi güzelleştiren sessiz sakinleri fotograflarımızı çok dikkatli seçerek , devamlı değiştirerek ailemizin , sevdiklerimizin , toplumumuzun tarihine ışık tutalım. Onların her biri bir olayı , bir kişiyi kısacası geçmiş zamanımızı hatırlatacaklardır. Onlar bizlerin sessiz geçmişimizdir. Her zaman dokunulmak ve hissedilmek isterler. Anneanneme bakarken hayatın yorgunluğunu ama mutluluğunu , teyzeme bakarken pamuk gibi saçlarından fışkıran tükenmez enerjiyi , büyük teyzeme bakarken zerafeti , keskin bakışlı prensip adamı eniştemin gözlerinde gizlediği sevgiyi , dayımın inanılmaz yakışıklılığını , annemle babamın sevgi dolu bakışlarına hala defalarca hüzünlenerek ama onlarla beraber yaşamı tatmanın zevkiyle bakarak onları hala yüreğimde hissederim.
İster siyah-beyaz ister renkli koyacağımız her fotografı hayatı dolu dolu yansıtanlardan seçmeye özen gösterelim. Fotograf çekmekten asla sıkılmayın ,ne kadar çok çekerseniz geleceğe o kadar belge bırakırsınız. Çektiğiniz her fotografı çektiğiniz kişilere mutlaka gönderin. Çünki onlarında tarihlerine ışık tutmuş oluyorsunuz.

İleride geriye yanlız içinde yer aldığımız görüntülerimiz kalacak. Bizi tanımayanda tanıyacak en azından arkanızdan isminiz çok az olsada yine yankılanacak.

Sevgi ve sağlıkla kalın.

Haldan

5 Eylül 2007

HERŞEY SENDE GİZLİ


Yerin seni çektiği kadar ağırsın Kanatların çırpındığı kadar hafif.. Kalbinin attığı kadar canlısın , Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç... sevdiklerin kadar iyisin , Nefret ettiklerin kadar kötü.. Ne renk olursa olsun kaşın gözün Karşındakinin gördüğüdür rengin.. Yaşadıklarını kar sayma: Yaşadığın kadar yakınsın sonuna,ne kadar yaşarsan yaşa, Sevdiğin kadardır ömrün.. Gülebildiğin kadar mutlusun , Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin. Sakın bitti sanma her şeyi,sevdiğin kadar sevileceksin. Güneşin doğuşundadır , doğanın sana verdiği değer ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın. Bir gün yalan söyleyeceksen eğer , Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın. Ay ışığındadır sevgiliye hasret ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın. Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın, Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak. Kendini yalnız hissettiğin kadar yalnızsın ve güçlü hissettiğin kadar güçlü. Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin..işte budur hayat! İşte budur yaşamak ,bunu hatırladığın kadar yaşarsın. Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun. Çiçek sulandığı kadar güzeldir Kuşlar ötebildiği kadar sevimli Bebek ağladığı kadar bebektir ve her şeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren, Sevdiğin kadar sevilirsin... CAN YÜCEL

2 Eylül 2007

PENGUEN OLMAK İSTİYORUM


Penguenler insanların kendilerine çok yakın hissettikleri canlılardır. Frak gibi tüyleri , salına salına asil , vakur yürüyüşleri , yüzlerinden eksilmeyen gülümsemeleri , vücutlarındaki enerji bizlere pozitif olarak yansır ve onları nedense bir başka severiz.. Hatta çocuklarımıza sevginin anlayışı olarak , bu canlıların nasıl yaşadığını bilmeden oyuncak olarak alırız.
Aslında penguenlerin yaşamları dünyamızın en zor şartları içersinde geçer. Bu çok zor ve dayanılmaz yaşam , penguenlerin birbirlerine gösterdikleri sevgi, toplum , yardımlaşma , paylaşma anlayışıyla gerçekleşir.
Anne penguenler yumurtalarını -35 derecede Baba penguenlerin ayaklarına yumurtlarlar.Yumurtaların yere düşmesi demek yumurtadaki penguenin donarak ölmesi demektir. En az 6 kişiden oluşan babalar yumurtaları ayaklarından düşürmemek için halka oluştururlar. Bu halkalar o kadar sıcaktır ki çok olumsuz hava şartlarına rağmen yumurtaların istenilen sıcaklıkta kalmasını sağlar. Babalar sık sık büyük bir dikkat ve enerjiyle yumurtaları yere düşürmeden yer değiştirerek hem kendilerini sıcak tutarlar hemde kendilerine emanet edilen kabuki içersindeki evlatlarını . Anne penguenler ise – 35 derecede yiyecek bulamadıkları için daha sıcak sulara giderler. Annelerin babalara teslim ettiği sure ne kadardır bilirmisiniz. ? Tam altı ay. Baba penguenler bu sure içersinde ne yerler ne de içerler. Yaptıkları tek hareket ayakta durarak zaman zaman yer değiştirmektir. Anneler yumurtlarını üzerindeki deliklerden , eşlerini seslerinden tanırlar. 6 ay süren yiyecek arayışından sonra dönerler. Bu dönüş penguen toplumunda bir bayramdır. Aileler tekrar bir araya gelmiş yeni penguencikler kabuklarını kırarak aileye katılacaklardır.Anne penguenler kursaklarında getirdikleri balıkları kusarak altı aydan beri yemeden içmeden yaşayan bitme noktasındaki eşlerine sunarlar. Artık yumurtları kıran penguencikler sıcak yuvalarından yeni hayatlarına adım atarlar. Bu şüre içersinde doğanın kanunu olarak yiyecek bulmaya giden ayrılan annelerden dönmeyenlerde olacaktır. Annesiz kalan penguencikler toplumsal anlayış gereği paylaşılarak himaye altına alınır. Annesiz kalan hiç bir yumurta penguen toplumu tarafından reddedilemez. Onlarda diğer penguencikler gibi toplumun bir ferdi ,toplumun ve neslin geleceği olarak yaşanan en zor doğa şartlarına gore yaşama hazırlanırlar.
Hiç bir yorum yapmadan dünyamızda yaşayan ve kendimize çok yakın gördüğümüz bir canlının varoluş ve toplumsal olayını en zor şartlar altında dahi görev ve sorumluklarını nasıl yerine getirdiklerini kendimce anlatmaya çalıştım.
Bu sevimli , toplumuna duyarlı , hayata sevgi ile bağlı frak giymiş bize gore dünyada ne gibi bir görevleri olduğunu bilmediğimiz bu sevimli iki ayaklıların , dünyayı ve neslini yok etmeye çalışan , gaddar , doymayan , kendinden başkasını düşünmeyen biz iki ayaklılara örnek olmasını dilerim. Biz iki ayaklılar arasında olmaktansa , sevgi içersinde , toplum , paylaşma bilinciyle , sağlıklı , hoşgörülü bir yaşam için – 35 derecede iki ayaklı penguen olarak yaşamayı yeğlerim.

Sağlık ve sevgiyle kalın.

Haldan